Şu lambalara bak sen, nasıl da pırıl pıırıl yanıyorlar. Eşsiz bir şarkının tizlerini duyuyorum sanki. Şu sessizlik, insanı çıldırtıyor! Eskiden o kadınla ara sıra bu tür gecelere kaçamaklar yapardık. Gördüğümüz her karanlık yerde öpüşürdük. Öpüşmek sanki ilk onun dudaklarında denenmiş, sonra da tüm insanlara bir armağan gibi sunulmuştu. İşte şu ayakkabı dükkanının hemen arkası, ilk öpüşme yerimiz burasıydı. İkimiz de sanki daha önce hiç öpüşmemiş gibi davranmış, sanki bunca zaman boyunca kendimizi birbirimize saklamıştık. İkimiz de bunun böyle olmadığını biliyorduk fakat o an en çok buna inanmak istemiştik. Kullanılmış dudakların çekiciliği ve tecrübeli oluşu bakire dudakların karşısında nispeten daha sönüktür. Fakat dudaklarımız önceden kullanılmıştı, bunu ikimiz de biliyorduk, fakat öyle davranırsak durumun çekiciliği sönüp gidecekti. O andan itibaren, artık dudaklarımızın ‘bakireliği’ bozulduğu için o ilk öpüşmede duyulan titreme ve farklılık kalmamıştı. Yani öyle davranmaktan kurtulmuştuk. Bu durum çok can sıkıcı hâl almaya başlamıştı, fakat yine de ikimiz de bundan hoşlanıyorduk. Acaba yarın onunla buluşsam mı? Yarın onunla öpüşürsem yine o karşı konulmaz şehveti duyabilir miyim? Denemeden göremem. Evet, yarın onu bulabilirsem onunla sohbet edeceğim. İsmimi hatırlıyor mudur acaba? Bir seferinde bana eski sevgilisinin adıyla hitap etmişti. Yani unutmuştu ismimi. Çok kırılmıştım fakat ona söylememiştim. Ne de olsa insanlık hâli, herkes yanlışlıkla başkasının ismini söyleyebilir. Eskiden annem bile bu hatayı yapardı. Bana hep babamın ismini söyler dururdu. Garip bir durum. Acaba Schopenhauer haklı mıydı? Neyse. Yarın onunla buluşacağım. O dudakların tadını merak ediyorum, acaba hâlâ aynı rujdan mı sürüyor? O zamanlar hep benim sevdiğimden sürerdi. Neli olduğunu hep merak ederdim, fakat hiç sormazdım, çünkü bilinmeyen daha çekicidir. Acaba şimdi sevdiği birisi var mıdır? Eğer varsa yarın onu aramaya koyulmam çok yanlış olur. Hayır, bunu arayıp bulmadan bilemem ki. En iyisi kendisine sorarım, varsa zaten uzaklaşırım. Ama bugün yüzüme öyle bir baktı ki sanki yanına oturmamı istiyordu. Yok hayır, yine de bilemem, bakması çok doğal. En azından belki de kadınsı içgüdülerine karşı koyamamış ve bakışlarıyla bana merhamet göstermeye çalışmıştır. Bilemeyiz. Neyse, artık eve dönme vakti geldi.

Gece uzun sürecek galiba, uyku tutmuyor bir türlü. Yastığıma sinen koku bana mı ait? Saçlarım böyle mi kokuyor? Ne acayip. Şimdi eğer biri beni çok sevmiş olsaydı bu koku onun kalbinde sızı mı yaratacaktı? Ben bir kez öyle bir şey yaşadım. Annemin şalını koklamıştım bir keresinde. Hayır, o ölmedi, fakat bir müddet başka bir şehre gitmişti. Sonra, babam da onun arkasından gitti. Bir müddet amcamlarda kaldım, sonra geri döndüler. Sonra ben başka bir şehre taşındım, uzun zamandır da görüşmüyoruz. Onları buraya çağırmak istiyorum fakat çok kalmamalarını umuyorum. Benimle baş edemezler, hiç onlar gibi olamadım ben. Babam beni hep delilikle yargılardı, hep deli olduğumu söylerdi. Şimdi onların da rahatını bozmak istemem. Zaten kendim de böyle rahatım. Neyse işte, bakarız. Bir sigara yakayım da güzel bir şarkı dinleyeyim. Şarkılar da manasını yitirmeye başladı artık. Kulaktan duyulan şeyle sigara nasıl daha fazla zevk veriyor, anlayamıyorum. Muhtemelen, doktorların akciğerle kulaklar arasında henüz bulamadıkları bir bağlantı vardır. Ne garip şey, kulaklarımız belki de ruhumuzun hiç fark etmediğimiz sadık bir dostudur. Eski arkadaşlarım nasıl acaba? Onlarla konuşmak isterdim, ne de olsa bu şehirde hiç dostum yok. Öyle arkadaşlara sahip olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum, çünkü onlar da her şeyin farkındalar. Fakat onlar da hep benim gibi kendilerini yalnız hissetmişler. Belki de arkadaşlığımızın en sağlam bağı budur. Bu kadar samimi olsak da yalnız olduğumuzu inkar etmiyoruz. Ve bu bize ayrı bir zevk veriyor. Kısacası, acayip insanlarız. Eğer cehennem varsa onlarla birlikte yanmak isterdim. Kim bilir bu nasıl eğlenceli olurdu. Tamam tamam, saçmaladığımın ben de farkındayım, hiç kimse bunu istemez, fakat sen bunu onları nasıl sevdiğimin bir göstergesi olarak algıla. Ah o kız, acaba yarın onu bulabilecek miyim? Favori içkisinden vazgeçmediğini ele alırsak, demek her gün o lokantaya uğrayıp bir bardak içiyor. Güzel bir yanaşma. Ah, ne istediğimim farkına bir varabilsem! Ama eğer onunla buluşursam, kendime verdiğim sözü bozmuş olacağım. O zaman şöyle yaparım, onu görürsem eğer onu özlediğimi söylerim, fakat bunu tekrar birlikte olmak için söylemediğimi de vurgularım. Artık bakacağız, yarını bekleyelim.


Balkonundan güneşe selam duran insanları gördükçe yüzümde bir gülümseme beliriyor, fakat hemen, yerini hazin bir burukluğa bırakıyor. Şu toplum, döllenmemiş ve bu yüzden de oluşamamış kadın rahmindeki bebeği andırıyor. Yani, oluşmamış bebeği. Birlikte ne kadar da sahteler, değil mi? Halbuki yalnız kaldıklarında onları da yiyip bitiren sıkıntılar gün yüzüne çıkıyor. Başkalarının yanında kendilerini güçlü göstermeye mecbur hissediyorlar. Aksi hâlde toplum zayıf bir bireyi hiçbir zaman kabul etmez. Birey olmayı başaran insan da zaten o topluma girmekten çekinir. Çoğunun yüzüne bakıp konuşamaz çünkü kendinden utanır. Çünkü onların gözlerine bakarken, yanlış bir şeyin parçası olduğunu düşünür. Çocukluk öldüğünde geriye kalan cesetlere "yetişkin" adı verilir ve bunlar cehennemin kibarca söylenişi olan "toplum"daki yerlerini alırlar (Brian Aldiss). Düşünürlerin bu konuda fazla kafa yorduğuna bakılırsa, en iyisi böyle yalnız kalmaktır. O zaman ben neden o kızı bulmaya çalışıyorum? İki kişi de bir toplum etmez mi? Peki onunlayken kendimi sanki kendimle baş başaymış gibi hissedersem o toplumun parçası olmaktan kurtulabilir miyim? Çünkü eskiden öyle hissederdim ve canım hiç sıkılmazdı. Bugün o lokantaya biraz erken uğrayacağım. Gelmesini beklemek bu işe daha da heyecan katacaktır, bunu hesaba katmalıyım.

İki saat sonra evden çıktım. Şimdi, tek yapacağım şey lokantaya gidip onu beklemek. Gelecek mi diye hiç düşünmüyorum, bunun sürpriz olması beni daha iyi hissettirecektir. Önce bir fincan kahve söyledim, sonra bir tane daha. Bir müddet sonra, artık beşinci fincanımın da son yudumunu alıp menüyü istedim. Ne yiyeceğimi biliyordum, fakat yine de istedim. Gözümü ana yemek sayfasında birkaç saniye gezdirip “Farfalle lütfen” dedim. Kelebek makarnayı çok severim. Bir de üzerine şöyle bir peynir gezdirdin mi, mamma mia, tadından yenmez. Kahvenin ağzımda bıraktığı o iğrenç tadı çabucak bastırmak istiyordum. Bu yüzden de siparişi verdikten beş dakika sonra “nerde kaldı bu makarna?” diye garsona seslendim. Birkaç dakikaya hazır olacağını söyledi. Bana öyle bir bakmıştı ki galiba bunu onu rencide etmek için söylediğimi düşünmüş. Ne düşünürse düşünsün, bana ne. Söylediği gibi, birkaç dakika sonra tabağı getirip masanın üzerine bıraktı. “Afiyet olsun.” dedi ve uzaklaştı. Demin beni yanlış anladığı için ona teşekkür etmedim. Biraz sonra pişmanlık duydum tabii, ne de olsa ortada bir yanlış anlaşılma vardı. Gözümü ahşap duvarlara asılmışsaatten alamıyordum. Baya zaman geçti, fakat o hâlâ gelmedi. Acaba gitsem mi? Yok, hayır! Hani bu bekleyiş bana zevk verecekti? Buna engel olmamalıyım. Hem nasıl olsa...

O an kapı açıldı. Bunu yaşamayı hiç beklemiyordum. Ne kadar sıradan ve olması çok doğal bir şeymiş gibi görünse de bu olay beni bir süre içinden çıkamadığım bir şaşkınlığa sürükledi. İçeri girdi. Fakat yalnız değildi. İri yapılı, geniş omuzlu, ve neredeyse kıvırcık diyebileceğimiz bir adam onun arkasından içeri dahil oldu. Nasıl olabilir? Dün yalnızdı... Adam deminden beri beklediğim kızla aynı masaya geçti. Helen benimleyken bu kadar mutlu değildi. Pardon, ismini söylemeyecektim. Neyse, artık bilmiyormuş gibi davranırsın. Acaba onu bu kadar güldüren şey neydi? Gözlerimi ondan alamıyordum. Adam bunu fark etti, çabucak gözlerimi ondan aldım. Fakat işe yaramadı, adam beni yanına çağırdı. Gittim. “Merhaba.” dedim.

“Deminden beri neye bakıyorsun sen öyle?”

“Neye değil, ona” dedim ve parmağımla Hele.. yani kızı gösterdim. Devam ettim.

“Kendisi benim eski sevgilim. Bugün onu burada bekleyecek, sonra eğer bana şans verirse onunla tekrar öpüşmek istediğimi söyleyecektim”. Adam çok sinirlendi. Masadan kalkar kalkmaz bana yumruğunu savurdu. Yere yığıldım. Dudağımdaki kanın tadını alabiliyordum. Kız, “boş ver” dedi sevgilisinin kolundan tutarak. Beni dışarı attılar. Gururum çok incinmişti, fakat buna kendim neden olmuştum. “Öpüşmek” yerine başka bir kelime seçseydim, belki de böyle olmazdı. Ama yalan söyleyemezdim, onunla sevgili olmak değil, bir kere olsa bile tekrar öpüşmek istiyordum. Olmadı. Yine yalnızdım. Dudağımdaki patlak yeni yeni sızlamaya başlıyordu. Ya da ben bunu yeni yeni hissediyordum.