II


Artık kimse umurumda değil. Gereksiz bir anıyı durmadan hatırlamanın kimseye faydası yok, anladım artık. Belki böyle olmasaydı onu sevebilirdim, şimdi bunun hiçbir gereği kalmadı. Aynı notalarla çalan bir beste var sanki içimde, ne ben ondan bıkıyorum, ne o çalmaktan. Anlatacaklarım bitti ve bazı şeyler de senin şahitliğin eşliğinde yaşandı. Şimdi benimle biraz daha kalmanı istiyorum, ne de olsa yapacak başka bir şeyimiz yok. Semavi dinlere göre kaderimiz önceden belirlenmiş, yani ne yaparsak yapalım çizgimizin dışına çıkamayız. Ama benim özüm varoluşumdan sonra geliyor, yani yapacağım şeyleri seninle birlikte yapmak istiyorum. Ve bu bir bakıma seni dostum olarak görüyorum demek. Yani, bence bu anlama geliyor.

Zaman o kadar çabuk gelip geçiyor ki insan eskiden çektiği acıları özlüyor. Birileri için üzüldüğünü hatırlıyor, en önemlisi de, artık kalbinde bu duygunun olmamasına hayıflanıyor. Zaman, beni sıradan bir taş parçasına çeviren o zaman... İnsan olmak için bazı kriterler vardır. Mesela Tolstoy’un da dediği gibi, eğer başkalarının acısını da duyabiliyorsan insansın. Fakat insan olmak bir işe yarıyor mu? Duyduğum acının kaynağını bulamadıkça, kendimi insanlıktan dışlanmış gibi hissediyorum. Bir de hiçbir cinsel maksat gütmeden aşık olmak vardı eskiden. Şimdi de gütmüyorum, fakat aşık olmak da saçma geliyor. Son aldığım dersten sonra bunu anladım. Hayır, kimseye küs değilim, çünkü küsmek bir sevgi göstergesidir, ben, sadece kendimle baş edemiyorum. Günler seri bir şekilde geçip gitse de değişmek bilmeyen bir şeyler vardı, adlandırmak olanaksızdı. Kendimizi ne kadar kandırsak da bu hiçbir zaman değişmeyecek. Diyelim ki yeniden aşık olduk, ya da,başka bir eve taşındık, içimizdeki şeyi hep kendimizle götüreceğiz. Ve yeni sevgililerimizle, ya da yeni evlerimizle bunu hiçbir zaman paylaşamayacağız. Çünkü öyle şeyler vardır ki, insanın kendine bile yetmez, ve paylaşılmayacak kadar az olmasına rağmen taşıyıcısını durmadan tüketir. Her soluk aldığımızda bir isyanın, bir başkaldırışın tohumları filizlenir, fakat bu, yine kendimizi mahveder. Bizi bekleyen sürekli aynılıkları yaşamadan göçüp gidemeyiz. Zamanı gelince belki bir gülümsemeyle hatırlanırız son anımızda yüzümüzde beliren. Suskundu insanlar, ve kendi yataklarımız bile. Her gün konuştuğumuz kelimelerin sayısı bini bile geçmez, o da, önümüzdeki kişiye saygısızlık olmasın diye söylenir. Zavallı hayatımız bir yerlere ulaşma çabasında, her gece yarısı birkaç metre daha ilerler. Sabah olunca yine durgunlaşır. Gece ansızın gelen uyku sana hem tatlı hem de korkunç bir şeyleri anlatır. Bizi birkaç saatlik öldüren uykuyu karşılarken ne kadar da merhametli davranırız. Ve bu ne kadar da hoşumuza gider. İnsan tehlike olmadan yaşayabilir mi? Hayatını bir şeylerden korumadan onun değeri ne denli azalır, hiç düşünmüyoruz. Bu durumdayken bize en fazla yarayacak olan şey ötanazidir fakat bundan kaçınmalıyız. Çünkü ne denli fiziksel acılar çeksek de manevi acıların sonlanmaması kişinin insanlığını -ya da ne derseniz deyin – ayakta tutar. Yaşamın heyecanını bu kadar yitirebileceğini hiç düşünememiştim. Belki bir tehlike anı yaratıp ya da kendimi tehlikeye sokup siyah olsa bile hayatıma bir renk katmalıyım. Yaptığım şeylerin istenerek değil de umursamazlıkla yapıldığını vurgulamak isterim, bu da beni yapacağım şeylerin sorumluluğunu taşımaktan kurtarır belki.


Günler geçti, yine kendi odamda oturup düşünüyorum. Diğer oda da bana ait ama bunu hiçbir zaman kabullenemedim. Sanki, diğer odanın başka bir sahibi varmış gibi şu küçük odadan çıkmıyorum. Benim odam burası, diğerinde ecinniler top koştursa da umurumda olmaz. Zaten onlar da top koşturmak için benim gibi biriyle aynı evi paylaşmaktan hiç memnun olmazlar. Yarım saat sonra dışarı çıktım. İçimden bir şeyleri yok etmek ya da kötü birilerine zarar vermek geçiyordu. Sıkılmıştım, böyle devam ederse kafayı yiyeceğimi anlamıştım. En büyük zararım kendimeydi ve bunun öcünü almak istiyordum. Fakat kimden? Kime zarar versem rahatlayacaktım? Şu sistemin herhangi bir kölesini öldürmek zaten sevap olurdu fakat bunu düşünmekten öteye geçemezdim çünkü öyle bir şey yaparsam suçlu yine ben olacaktım. Yerden taş alıp hedef belirlemeye koyuldum. Şu genelevin penceresine mi fırlatsam, yoksa insanları türlü türlü yalanlarla, türlü türlü vaatlerle kandıran yüz metre ötedeki kilisenin camına mı? Bana göre fark etmezdi fakat ikinci seçenek günahımı ikiye katlayacaktı. En azından papaz efendi öyle düşünecekti. Ve tabii ki de kandırılanlar da. O yüzden de hedef genelevdi. Kolumu bir yay gibi gerdim ve var gücümle taşı ikinci katın penceresine fırlattım. Fırlatır fırlatmaz arkamı dönüp tüm gücümle koşmaya koyuldum. Bunu, keskin nişancılığıma güvendiğim için yapmıştım. Zaten bir iki adam atar atmaz bir çıtırtı sesi duydum. Görevlilerden biri giriş kapısından dışarı çıkıp etrafı kolaçan etti. Ha, arasın bakalım, zaten bulamayacak beni. Biraz rahatladım. Sonra, yoluma devam ettim. Islık çalmaya başladım fakat hangi beste olduğunu bir türlü çıkaramıyordum. Bir şey hatırlamaya çalışınca gözlerin sol tarafa kaydığını duymuştum. Kontrol ettim, gerçekten de öyleydi. Sonunda hatırladım. Richard Wagner, ‘Lohengrin’. İleride bir sokak ressamına rastladım. Acaba nasıl görünüyordum? Aynalar insanı gerçekçi bir şekilde yansıtamaz. Kendimi bildim bileli karakalem çalışmalarına hep özel bir ilgi duymuşumdur. Ressama yaklaştım. Bu, elli yaşlarında ihtiyar bir amcaydı. İşinde ne kadar usta olduğu gözlerinin durgunluğundan anlaşılıyordu. “Merhaba.” dedim. Amca, “kara kalem otuz, sulu boya seksen dolar” diye karşılık verdi. Muhtemelen benim de sıradan insanlardan olduğumu düşünüp böyle cevap vermişti. Oysa oturup bir iki kelam sohbet edebilsek, belki de pişman olurdu. Pişman olmak yüce bir histir, ona bu hissi yaşatmayacaktım. “Karakalem” dedim ve amcanın önündeki sedyeye oturdum. Acaba neden bana öyle bakıyor? Sanki bir suçlu... evet, bu bakışları hak ediyordum. Mizacımdaki o karanlık kısmı fark etmiş olmalı. Duygulandım, istemsizce gözlerim doldu. Böyle insanlara rastlamak beni sevindiriyordu. Herkese hak ettiğini vermeli. Benim de hakkım olsa olsa bu “düşmanını görmüş” bakışlardı, bu yüzden de amcayı taktir ettim. “Hürmetimi kazandınız, fakat sebebini sormayın, açıklayamam” dedim. Beni duymamış gibi yaptı. Ne kadar sinir bozucu bir davranış olsa da yine gülümsedim. Bir saat geçti. Neredeyse kalkıp gidecektim ki amca “bitti” dedi. Yarım metre olan kağıdı büküp amcanın parasını verdim. Üstümdeki son parayı buresme vermiştim. Nasıl olduğunu kontrol bile etmedim. Eve gidip öyle bakacaktım. Zaten amcanın soğukkanlılığından ve çizimin neredeyse bir saat kadar sürmesinden resmin güzel olduğu tahmin edilebilirdi. Yine aniden, birkaç saniyelik olsa da, Truva savaşına neden olan Zeus’un gayrimeşru çocuğunun adını taşıyan o kızı hatırladım. Büyük bir savaşa neden olan Tanrıçanın, bir insanın yıkımında çok da zorlanmamış olması şaşılacak bir durum değildir elbet. İsminin anlamı aymış. Rusçada Yelena diye geçiyormuş. Bizim buralarda sonuna bir de a eklenerek çağırılır, fakat ben o ismi kısaltarak söylüyordum. Bu arada, ben Fransa’nın Strasbourg şehrinde oturuyorum. Saint Paul kilisesinin hemen arkasında. Aslında bunu biliyordun, fakat yaşadığım yerin adını söylemediğim için benimle birlikte dolaştığın sokakları sadece ‘herhangi’ bir yer olduklarını bilerek dolaşıyordun. Şimdi, kendi tasavvurunda canlandırabilirsin.