Gece çöktü. Yatağa uzandı. Ellerinin içini kafasına yastık yaptı. Ayaklarını sonuna kadar uzattı. Düşünmeye başladı. Niye böyle yapmıştı? Niye mi? Helen’ın egosuna galip gelememesi yüzünden. Eskiden böyle değildi. Doğruları konuşmayı severdi. Belli ki bayağılaşmıştı. Ama kalbindeki o duygu selini durduramıyordu. Bu his, engin sularda yüzmek kadar rahatlatıcı ve korkunçtu. Kaç zamandır içindeki boşluğun kıyısında yüzüp duran o gemi, sonunda ufka doğru yelkenleri açmayı başarmıştı. Ona öfkeli olduğu zamanlarda onun için olumsuz şeyler düşünmüştü. Aslında onunla öpüşmek istemediğinin bu gece farkına vardı. İrade öfkeye yenilir. Tıpkı sevginin benimsemeye yenildiği gibi...

Belki de onu paylaşmaktan hoşnutsuzdu. Çünkü Helen diye birinin sadece onun olabileceğini düşünüyordu. Haklı mıydı? Bilemeyiz. Ama hissettiği şey aşktan ve diğer saçmalıklardan öte bir şeydi. Durumu onun için farklı kılan şey, aslında tam da buydu. Yarım kalan bir birlikteliğin sonradan yarattığı kıskançlık. Onunla sadece öpüşmek isteseydi bir şey yapmasa bile en azından onunla birlikteyken bunu hatırlardı. Fakat dudaklarına bile dikkat etmemişti. Neydi istediği? Tam anlamıyla ne istiyordu ondan? Ona niçin yardım etmeye çalışmıştı? Belki de ona üzülmüştü. Çaresizliğini görünce her şeyi unutmuş ve kendini ona teslim etmişti. Ne olursa olsun, yalnızdı. Ve artık konuşabileceği kimsesi yoktu. Kalktı, gidip yüzünü yıkadı. Aynaya baktı, pişmanlık duyuyordu. Ona yardım etmemeliydi!

Onu düşünmeyi bırakmalı, kendine yeni bir düzen oluşturmalıydı. Paris’e, ailesinin yanına gitmeliydi. Kendisi farkında olmasa bile sıcak bir kucağa ve samimi bir ortama ihtiyacı vardı. Musluğu kapadı, odaya geçti. Pencereden dışarı boylandı. Kalbi neredeyse tutacakmış gibi oldu. Elini dayadı, bastırdı. Sakinleşmeye ihtiyacı vardı. Acaba tahmin ettiği şey, gerçekleşecek miydi? Helen o adamla barışacak mıydı? Barışmam, demişti. Fakat onun gibi hareketleri ve sözleri tutarsız birine ne kadar güvenilebilirdi ki?

“Aman, barışırsa barışsın.” dedi pencereyi açarak. Derin bir nefes aldı, serin havayı ciğerlerine doldurdu. Birkaç saniye nefesini tuttu, sonra bıraktı. Cebinden bir adet sigara çıkardı ve dudaklarının arasına koydu. Yakmadı. Eline aldı. Işıkları yakmadığı için sigarayı ters tutma ihtimalinin olduğunu düşündü. Ters değildi. Tekrar dudaklarının arasına aldı, yaktı. Demin depoladığı havayı şimdi dumanla kirletiyordu. 


Haftalar geçti. Yağmurlar yavaş yavaş yeryüzündeki saltanatını almaya başladı. Helen’dan haber alamıyordu. Bu bir aya yakın süre içinde neredeyse her gün o lokantaya uğradı, ama onu göremedi. Nereye gitmiş olabilirdi ki? Acaba barışmış mıydı? Belki de barışmamıştı. Belki de buralardan göçüp gitmiş, kafasını dinlendirmek için bir müddet başka bir şehre taşınmıştı. Bu uzun sürecin kısacık bir özetini yaparsak eğer G. için olağan dışı hiçbir şey gerçekleşmemişti. Doktora uğrayıp dişine dolgu yaptırmış ve hayatta en nefret ettiği şeyden kurtulmuştu. Ailesiyle birkaç kez telefon görüşmesi yapıp her şeyin yolunda olduğunu söylemişti. Geçen hafta kirasını ödemiş, böylece sahip olduğu paranın neredeyse tamamını harcamıştı. Elindeki parayla bir hafta daha idare etmiş, sonunda iş bulması gerektiğini karara almıştı. Belki de eski hayatına dönmeli ve doğru düzgün bir işe girip çalışmalıydı. Ama bunun gereksiz olduğunu düşündüğü için yapmıyordu. Aklın sahibi onun kendisidir, yargılamak bize düşmez.  


Öğlen yemeğini yedikten sonra evden çıktı. Kıyafetleri kokuyordu. Eve dönüp duş almayı karara aldı. Lokantaya gitmek üzere yola koyuldu. Hava nemliydi. Gökyüzü gümüşü renkte sonsuz ve derin bir huzuru andırıyordu. Kaldırımlar yeni ayrılmış sevgililer gibi hüzünlü, onların gözleri gibi ıslaktı. Evler kibrit kutuları gibi dizilmiş ve içlerinde barutla kaplı, her an tek bir kıvılcımla patlamaya hazır insanları barındırıyordu. Kutularımızda kibrit çöpleri kadar bir ve tek tek yanacak kadar yalnızdık. Zihnin tatlı rüyası.

Ey yaşam! Nedir isteğin? Ne istersin şu zavallılardan? Nereye götürmektesin gözleri bağlanmış yolcularını? Sigara yaktı. Sigarayı azaltması gerektiğini düşündü. Düşündüğü gibi unuttu. Lokantanın önünde durdu. İzmariti çöp kutusuna fırlattı. Yere düştü, eğilip aldı. Bu sefer çöp kutusunun içine bıraktı. Söndürmediğini hatırladı. Çöpü kurcalayamazdı. Yangının çıkmamasına ümit etti. Kapıyı açıp içeri girdi. Her zaman olduğu gibi yine içeride birkaç kişiden başka kimse yoktu. Bay Aleron, onu görür görmez yüzü bir karış oldu. Burada istenmeyen kişiydi fakat ondan çok buraya gelir kazandıran bir kimse de yoktu. Bu yüzden de Bay Aleron samimi tavırlarını kuşanarak:

“Nasılsın, G.?” Diye seslendi. 

“İyiyim” dedi ve hep oturduğu masanın arkasına geçti.

“Ne yemek istersin?” 

“Bir şeyler yemek istediğimi sanmıyorum. Ama bir fincan kahveye hayır demem. Orta şekerli olsun.” Bay Aleron garsona eliyle işaret ettikten sonra geçip G.’nin yanına oturdu. Acaba bu beyaz bayrak mıydı? 

“Ee, nasıl gidiyor, anlat bakalım” dedi ve garsona seslenip bir fincan kahve de kendine söyledi. Belli ki onunla bir şeyler hakkında konuşmak istiyordu. 

“Bilemiyorum Bay Aleron.” dedi. Bu cevap Bay Aleron’un çektiği beyaz bayrağa olumlu bir karşılık olabilirdi. “Sanki gitmiyormuş gibi...”

“Nasıl yani, bir sıkıntın mı var? Bana anlatabilirsin.” 

G. sıkıldı. Bu gereksiz samimiyetin nedenini hemen öğrenmek istiyordu. Fakat nazik olmakta istikrarını bozmayacaktı. 

“Neden soruyorsunuz, öğrenebilir miyim?” 

Bay Aleron kafasını kaşıdı. Bunu neden yaptığını kendisi de bilmiyordu. Sonra biraz düşünüp en uygun cevabı buldu. 

“Şey, ne de olsa oğlumun eski arkadaşısın.” Bu, çok anlamsızca seslenmişti. “Ne olmuş yani oğlunun eski arkadaşıysam?” diye içinden geçiren G. bunu söylemeyeceğini anladığında içinde hafif bir acı hissetti. “Sıkılıyordum, öyle laflamak istedim.” demiyor da oğlunu bahane ediyor. 

“Ya, ne demezsiniz. Çok iyi arkadaştık. Kısmet işte, kimin ne olacağı bilinmiyor ki.”

Bunu alaycı bir tavırdan çok eski arkadaşını babasının yanında iğnelemek isteyen bir tavır takınarak söylemişti. 

“Öyle evladım, öyle. Zaten kendisi de senden ayrıldığından beri bambaşka bir adam oldu. İlk günlerde boğazından bir parça kuru ekmek bile geçmiyordu. Seni nasıl özlüyordu, anlatamam. E, kolay değil, ne de olsa siz iki arkadaştan öte bir şeydiniz”. Doğru söylüyordu. G.'nin Strasbourg’daki en iyi dostu Bay Aleron’un oğlu Colbert idi. Mösyö Colbert de Aleron. Şimdilerde ne iş yaptığını, nerelerde olduğunu bilmiyordu. Üniversite döneminde yedikleri bir, ders notları aynı ve neredeyse aldıkları nefeslerin hız aralıkları bile birbirine yakındı. 

“Ben de çok üzülmüştüm. Ama bunu kendisi istedi. Bana harcayacak zamanını derslerine harcasa daha başarılı olacağını söylüyordu. Öyle de yaptı zaten. İlişkimizi tamamıyla kestik. Oysa bunu benden rica da edebilirdi. Onun geleceğinde gözüm yoktu ya. Ee, şimdi ne yapıyor? Çalışıyor mu?”

Garson kahveleri getirdi. Bay Aleron;

“Hangisi orta şekerli?” diye sordu. Garson cevap vermeden orta şekerli olan fincanı önüme bıraktı. Diğerini de Bay Aleron aldı. 

“Çalışıyor.” diye devam etti. Ama memuriyetten geçen ay ayrıldı. Ona göre değilmiş. Bir türlü alışamamış. Şimdilerde oyun yönetmenliği yapıyor.”

Şaşırdı. Kahvesinden bir yudum alıp şekerinin oranını kontrol ettikten sonra;

“Sahi mi?” diye sordu. “Devlet tiyatrosunda mı?”

“Evet, evladım.” Belli ki ''evladım'' kelimesi G.’yi rahatsız ediyordu. Fakat buna takmadan sohbete devam etti.

“Ne güzel. Aslına bakarsanız ben de iş arıyordum. Yani ne olursa. Senet ve kâğıt doldurmak gerektirmeyen işlerden söz ediyorum. Bu aralar her şeyi boşladım, belki de sıkıntım bu yüzdendir.” Bunu söyleyip cebindeki parayı kontrol etti. Kahvenin parasını ödeyebilecekti. Bay Aleron biraz düşündü. Yüzündeki tedirginlik nedendi acaba? Gerçekten G. için üzülmüş müydü? 

“Ne kötü!” dedi aniden. “Aslında senin için bir şeyler yapmak isterdim fakat kendin de biliyorsun, bu alanda iş bulmak biraz zordur. Senin için garsonlardan birini kovabilirdim, ama sen de takdir edersin ki böyle bir saygısızlığı onlara yapamam. Herhangi bir iş duyurusuna rastlarsam seni mutlaka haberdar ederim.” Gülümsedi. 

“Çok naziksiniz.” dedi. Bunu söylerken sesinde herhangi bir ironi hissedilmiyordu. Gerçekten yumuşamış mıydı? Her şeyi geçelim, G. uzun zamandır ilk defa gerçekten gülümsüyordu. Kahvesini bitirdi. Kalkıp hesabı ödedi. Neredeyse çıkacaktı ki Bay Aleron birden;

“Bekle!” dedi. “İstersen Devlet Tiyatrosuna uğra, Colbert oradadır şimdi, belki sana yardımcı olabilir.”

“Uğrarım.” dedi ve kapıyı dirseğiyle itip dışarı çıktı. Düşünmeye başladı. Bay Aleron’un bu kadar nazik bir insan olabileceğini hiç düşünmezdi. Kim bilir belki de bu yapmacık bir gösterişten başa bir şey değildi. Fakat ne olursa olsun yaptığı şey hoştu. Bir tek “evladım” kelimesini kullanmasa her şey daha iyi olurdu ya. Neyse. 

Üniversite kütüphanesinin yanındaki köprüden geçip Devlet Tiyatrosunun önüne yaklaştı. Uzun zamandır uğramadığı tiyatro binasını görünce içinde küçük bir çocuk gibi neşelendi. Bu gün The Taming of the Shrew sergilenecekti. İzlemeye değer. İçeri girdi. Provaların yapıldığı salona girip Colbert ile karşılaştı. Göz göze geldikleri zaman, aralarında sanki önceden duyduğun kokuyu ya da bir sesi tanıma çabasına benzer bir şey yarandı. Colbert:

“G., sen misin?” diye sordu. Sonra birden “Kestik!” diye bağırdı. 

“Aman Tanrım, uzun zaman oluyor, değil mi?” diyerek yanına yaklaştı. Bugün her şey farklıydı. Nedense tüm insanlar samimi, onca şeyse yaşanmamış gibiydi. 

“Benim.” dedi G. Sarıldılar. Bu tavırlar G.’ye hiç yakışmıyordu. 

“Kardeşim. Geç otur şöyle, soluklan.” Sahneden bir adam seslendi:

“Bay Cobert, biz ne yapalım?” 

Cobert arkadaşlarını sahnede öyle bıraktığı için bir anlık vicdan azabına kapıldı.

“Ah, kusura bakmayın arkadaşlar, eski bir dostum bana ziyarete gelmiş de heyecanımdan sizi unutmuşum. Çocuklar, bu G. Üniversite arkadaşım. Kendisini özlediğimi yüzüne söyleyemediğim ve yaptıklarımdan ötürü yüzüne bakamadığım için sizin huzurunuzda kendisinden özür diliyorum, umarım beni kırmaz ve özrümü kabul eder.”

“Ah Colbert yapma, özür dilemene gerek yok. Sen doğru olanı yapmıştın.”

Hayır, bu G. olamazdı. Gerçek G. arkadaşlarının içinde çekinmeden Colbert’i yerin dibine sokardı. Ama öyle olmasını beklersek bu sefer biz güzelliğe haksızlık etmiş oluruz. Belki de düzelmeye başlamıştı, kim bilir. 

“Böyle de mütevazıdır kendisi. Neyse çocuklar, siz biraz dinlenin, birazdan devam ederiz” G.’ ye dönüp:

“Ee, anlat bakalım aziz dostum. Hangi rüzgâr seni buraya attı?” 

İlk önce ne söyleyeceğini bilemedi. Konuya direkt mi girseydi, yoksa biraz sohbet ettikten sonra mı? Bocaladı. “Şey..” dedi. Sonra toparladı.

“Aslında iş arıyordum. Lokantaya, Bay Aleron’a uğradım. O da beni sana yönlendirdi. Yardımcı olabileceğini söyledi. Ben de eve geçmeden buraya uğradım”.

Biraz düşündü. Yapabileceği bir şey vardı, ama G.’nin bunu kabul edip etmeyeceğini bilemiyordu.

“Şey..” dedi, “Aslında burada, benim yanımda çalışabilirsin. Eskiden oyunculuk yapardın. Üniversite döneminde herkesi kendine hayran bırakırdın, hatırlıyor musun?” 

“Hatırlıyorum. Fakat şimdi yapabilir miyim, bilemedim. Hem ben daha devamlı olan bir iş arıyordum. Bilirsin, hiç param kalmadı. Bunu sana çekinmeden söylüyorum, çünkü eski dostumu ancak bu samimiyetle karşılayabilirdim.”

“Kendi adıma çok sevindim. Ama emin ol ki eğer kabul edersen düşündüğünden katbekat güzel olacak. Bu işten nasıl kazandığımı bilemezsin. Ee hâliyle verdiğim maaş da güzel olacaktır elbet. Hem senin de böyle şeylerle içli dışlı olduğunu biliyorum. Sevdiğin bir şeyi yaparak para kazanacaksın, bundan daha iyi iş mi olur?” 

Kafası karışmıştı. Güzel bir teklifti. Hem zaten şu anda teklif değerlendirecek durumda değildi. 

“Olur” dedi, “Sana güveniyorum.”

“Aziz dostum, inan ki en doğru şeyi yapıyorsun. Kendini bana teslim et, çok eğleneceğiz. Hem seyirci senin gibi birini sahnede görmekten ziyadesiyle memnun olacaktır.”

Colbert bunları söylerken yüz ifadesinden kendi çıkarını gütmediği apaçık okunabiliyordu. Gerçekten de G.’ye yardımcı olmaya çalışıyordu.

“O zaman yarınki ekiple provalara gelebilirsin. Sıfırdan başlayacağız. Bu arada söylemesi ayıp, yarınki oyunu kendim yazdım. Hatta birkaç meşhur yayınevinde bile basıldı. Ve beklediğim gibi çok sevildi. Doğrusunu söylemek gerekirse klişe bir aşk hikayesi işte. Ama ne yaparsın, insanlar bencil olduğu için bir tek onların acı çekmediğini görmekten haz alıyorlar. Sana başrolü vereceğim. Zaten o rolü senden daha iyi oynayacak bir kimseyi tanımıyorum.” 

“Gurur duyarım, fakat pek duygu yüklü bir rolü üstlenebileceğimi hiç sanmıyorum.”

Colbert G’nin sözünü keserek;

“Merak etme, sonu iyi bitmiyor. Tam istediğin tarzda bir şey.” dedi. Gülüştüler. Yarım saat daha sohbet ettiler. Sonra G. tiyatro binasından ayrıldı. Yarın erkenden geleceğini söyledi. Birkaç saat öylece başıboş dolaştı. Bir şey düşünmüyordu. Sanki kendini hayatın anlamsızlığına bırakıvermişti. Kabullenmiş gibi bir tavrı vardı. Fakat kabullendiği şey neydi?